İnsanoğlu, dünyaya gelirken seçme hakkına sahip değildir. Her bebek; milletini, dinini, mezhebini, ırkını, dilini, cinsiyetini ve nasıl bir ailede dünyaya göz açacağını tayin edemeden doğar. Bazıları doğuştan şanslıdır. Varsıl bir ailenin el bebek gül bebek büyütülecek biricik yavrusu, holdinglerin veliahdı ya da doğduğunda kurbanlar kesilip davullar vurulan köy ağasının çocuğu… “Eli ayağı düz olsun da kız- erkek fark etmez.” Diyerek Allah’ın bahşettiği yavruyu bağrına basmaya hazır bir ailenin ferdi olarak da dünyaya gelebilir. Bazıları ise şanssızdırlar. Erkekse evlattan sayılan, kızsa adı anılmayan biri de olmak mümkün… Hatta Arabistan çöllerinde diri diri kuma gömülen kız çocuk olmak da…
Dünyamızda kadın olmak hiç de kolay sayılmaz. Gelişmiş ülkelerdekiler dahi zaman zaman kadınlığın faturasını acı ödemektedirler. Erkek egemen toplumlarda kadın olmak zulüm, kadın olmak çile, kadın olmak istismar edilmek demektir. Bugün hayranlıkla baktığımız batı ülkelerinden Fransa’da 1900’lerin başında “Kadın insan mıdır yoksa hayvan mıdır?” diye tartıştıklarını düşününce irkiliyoruz.
Afrika’da kadın olmak da başlı başına bir olay… Kadınlar asitle yakılıyorlar. Gerekçeleri ise cinsel ilişkiyi reddetmeleri veya evlenme teklifini kabul etmemeleri… Ülkede asitle yakılmış pek çok kadın “Hak etti, belasını buldu.” Diye suçlanarak ezik yaşamaya devam ediyorlar.
Asya’da da kadın olmak kolay değil. Özellikle Hindistan ve Çin’de, daha ana karnındayken cinsiyetleri öğrenilir öğrenilmez kız çocuklarının öldürülmesi çok yaygın bir tutum olarak göze çarpıyor. Bu durum toplumda ciddi sarsıntılara ve intihar vakalarına yol açıyor.
Kadınların en çok ezildiği ülkelerin başında Suudi Arabistan geliyor. Şeriat baskısı altında adeta bir köle gibi yaşamak zorunda kalan kadının sosyal hayata katılımı yok denecek kadar az… Suudi Arabistan sınırları dışına çıkmak için kocalarından ya da babalarından izin almaları gerekmekte… Bir kadının yanında kendisine eşlik eden erkek bir akrabası olmadan taksiye binmesi ise ahlaksızlık olarak görülüyor. Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad, bir kadının otobüse binebildiği tek kent. Kadınlar, bir erkeğin izni olmadan tedavi için hastaneye bile gidemiyorlar. Ancak bayan doktorun olmadığı durumlarda erkek doktora muayene olabiliyor fakat bayan doktorun erkek hastayı muayenesi kesinlikle yasak!
Din adamları, kadınların aile restoranlarında yemek yemesinin haram olduğu inancını taşıyorlar. Uluslararası zincirlere ait restoranlarda da kadınlarla erkekler ayrı bölümlerde oturuyorlar. Kadınların seçme ve seçilme hakları maalesef yok. Mahkemelerde iki kadının tanıklığı, bir erkeğinkine eşdeğer görülüyor. Kadınlar ancak erkek tanıkların bulunmadığı, kişisel davalarda tanıklık yapabiliyorlar. Kadının miras hakkı da eşit değil. Dünyada olimpiyat oyunlarına kadın sporcu göndermeyen tek ülke de yine Suudi Arabistan…
Peygamberimiz Hz. Muhammed: “ Cennet, anaların ayakları altındadır.” Sözüyle kadınların değerini öyle güzel anlatmış ki eksiklik bu sözü anlamayanlarla ve uygulamayan kişilerdedir.
Asya ve Avrupa arasında köprü kuran Türkiye’de ise kadın olmak hâlâ çok zor… Atatürk’ün sayesinde elde ettiğimiz haklara bile zaman zaman göz dikiliyor. Özellikle bazı bölgelerde kadın olmak çile demek! Kız çocuk doğurduğu için dövülen, aşağılanan kadınların sayısı hiç de az değil…
Eski Türk topluluklarında kadınla erkek arasında bir ayırım söz konusu değildi. Türklerde aile kutsal bir topluluk olduğu için toplumun temelini aile teşkil etmekteydi. Eski Türk Devletlerinde kadınlar aile hayatında, mirasta, devlet yönetiminde hak sahibiydiler. Hakanın eşine hatun denirdi. Türk devlet idaresinde hatun da söz sahibiydi. Savaşlarda hakanın yanında yer alan hatun, devlet adamı gibi eğitilir ve yetiştirilirdi. Böylece devlet idaresi ve komşu devletler hakkında bilgi sahibi olur, gerektiğinde devlet başkanlığı yapar, elçi kabul eder ve devlet meclisine katılabilirdi.
İslâm hukukuna dayanan Osmanlı İmparatorluğunda, kadın birçok haklarını kaybetti. Hukuk bakımından iki kadın bir erkeğe eşitti. Anne- babalarından kalan mirasın paylaşımında da erkeğe bir hisse kadına yarım hisse düşmekteydi. Aile de bu eşitlik prensibi üzerine kurulmuştu. Bir erkek dört kadın alabilirdi. Boşanmada erkeğin: “Seni boşadım.” demesi ayrılmak için yeterli idi. Kadının aile içinde de bir yeri yoktu. “Harem” denilen kısımda oturur, erkek topluluklarına katılamazdı. Sokağa çıkarken çarşaf giyer, yüzünü de peçe ile örterdi. Kadınlar hiç bir mesleğe giremezlerdi, sadece ev işleriyle uğraşırlardı. Köylerde ise kadın eski Türk adetlerine bağlı kalmıştı. Yüzünü örtmez, dışarıda erkeği ile birlikte çalışabilirdi.
Mustafa Kemal Atatürk, “Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın!” diyerek Türk kadınına hak ettiği değeri vermiştir. Bizler aydın kadınlar olarak haklarımızı biliyoruz, emekçi kadınlar olarak hakkımızı uygarca arayabiliyoruz. Bizler şiddete karşıyız. Kadın duyarlılığı ile hoşgörüyle yoğrulmuş hamurumuz… Türkiye’de ve dünyada kadın olmanın zorluklarını biliyoruz, elimizden geldiğince bu engellerle mücadele ediyoruz. Sadece kendimiz için değil, dünyadaki bütün kadınların daha sağlıklı, daha çağdaş, daha mutlu bir şekilde yaşamaları için sürdürdüğümüz bu savaşım kadın ve erkek eşitliği cihana egemen olana kadar devam edecektir.
Bütün etiketlerden, dogmatik düşüncelerden, ayırımcılıktan uzaklaşarak “Önce insan!” diyelim. Unutmayalım ki kadın veya erkek olmak değil, insan olmak önemlidir.
Sözlerimi Atatürk’ün 1923’te söylediği şu sözle noktalamak istiyorum:
“Şuna inanmak lâzımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.”