ÇOCUKLUĞUMA YOLCULUĞUM
Hayvanları seviyorum. Çocukluğumdan beri kedi, kuş, balık, köpek başta olmak üzere evimizde beslediğimiz pek çok hayvanımız oldu. “İnsan ruhunun bir parçası hayvan sevgisini tadana kadar uyanmaz.” demiş Anatole France… Annemin çok şefkatli, merhametli, sevgi dolu bir kadın olması bizi de etkiledi. Ruhumuza işleyen hayvan sevgimiz de bizimle beraber büyüdü.
Çocukluğumun farklı dönemlerinde kedilerimiz olmuştu. Hele birini hiç unutamıyorum. Füsun ablamın kedisi idi dünya tatlısı, menekşe gözlü Boncuk… Ailede hepimiz hayvanları çok severdik ama ablamın sevgisi bambaşkaydı. Öyle ki elma kurdunu bile beslemeye kalkmıştı. Kibrit kutusunun içine pamuk koyarak ona yatak yapmıştı. Elbette elma kurdu ölmüştü. Biz dört kardeş cenaze merasimi yapmış, kurdu bahçeye gömmüştük.
İstanbul’da Beylerbeyi’nde henüz okula başlamadığımız dönemde rahmetli Abdullah Amca’nın evinde kiracı iken bitişikteki boş arsada köpekler vardı. Komşu çocuklarıyla onları severdik, evden yiyecek götürürdük. Bir sabah baktık ki sarı köpek doğurmuş. Beş altı tane yavrusu olmuş. Çok mutlu olduk. Onları beslemeye çalıştık. Aradan çok zaman geçmedi ki çocuklar arasında bir panik yaşandı. Köpeklerimize zehirli et vermişlerdi. Anne köpek acı içinde kıvranıyordu. Yavrular da perişan olmuşlardı. Eve koştuk, mutfaktan yoğurt aldık, köpeklere yedirdik ama kurtaramadık. Köpeklerin hepsi kıvrana kıvrana can vermişlerdi. Hayatta gördüğüm ilk ölüm olayı buydu. Çocuk ruhumu derinden yaraladı. “Neden öldürdüler ki? Bu köpeklerin kime ne zararı olmuştu?” desem de hiç kimseden istediğim cevabı alamadım. Annem de çok üzüldü ama bu durumda onun da elinden gelen bir şey yoktu.
“Hayatımı tamamen hayvanlara yardım etmeye adamamın sebebi; hali hazırda onlara zarar vermeye kendini adamış bu kadar çok insanın olmasıdır.” diyen Buddy Greyhound’a çocukluğumda yaşadığım bu olayı her hatırlayışımda daha da çok hak veriyorum.
Sanırım bir yıl oturduk o evde sonra çok büyük bahçe içindeki sekiz dairelik küçük bir apartmana taşındık. Beylerbeyi Koruluk Sokak’ta otururken ev sahibimiz Rizeli Nine’nin de köpekleri vardı. Onlarla oynardık. Doğanın içinde büyüdük. Rizeli Nine’nin bostanında yetiştirdiği karalâhanaların, domateslerin, salatalıkların nasıl yetiştiklerini gözlemledik. Komşu bahçedeki ıhlamur ağacının kesilişini üzüntüyle izledik. Üzeri ıhlamur doluydu. Arkadaşlarımla kesilmiş ağacın yerdeki dallarından ıhlamur topladık, onları ağacın sahibi teyzeye verdik. Komşu teyze topladığımız ıhlamurların bir kısmını eve de götürmemize izin verdi. Birkaç kış yetecek kadar ıhlamur çiçeği toplamıştım.
Biz şanslı çocuklardık çünkü doğanın içinde yetiştik. Evimizin arkasında ise koskoca bir koruluk vardı. Okullar piknik yapmaya oraya gelirlerdi. Boğaz manzarası nefisti. Ağaçlar, çiçekler, kelebekler… Orada fındık da vardı, dut da, ceviz de, erik de, armut da… Meyveleri dalından toplayıp yeme alışkanlığımı orada edinmiştim. Yalnız çocukken ağaçların en üst dalına kadar korkusuzca çıkardım ama bir türlü inemezdim. Mutlaka biri indirirdi beni… O yıllarda bir kooperatifin ev yapmak üzere alıp etrafını dikenli tellerle çevirdiği büyük bir arsa vardı. O arsada ise çeşit çeşit meyve ağaçları… Büyük çocuklar telleri aralamışlar, oradan arsaya giriyorlardı. Herkes girince ben de sürünerek telin altından arsaya girdim. Herkes ağaçlara çıkıp meyve yemeye başlamıştı ki bekçinin düdüğü duyuldu. Çocuklar alelacele ağaçtan inerek esnettikleri telin altından kaçtılar. Ben ağacın tepesinde kalakaldım. “Bekçi amca, ben ağaçtan inemiyorum. Arkadaşlarım beni burada bıraktılar.” dedim. Bekçi kucaklayarak beni ağaçtan indirdi. Tatlı bir sesle “Kızım, bir daha geçme bu telden …” dedi. “Özür dilerim bekçi amca. Bir daha asla bu arsaya geçmeyeceğim. Beni ağaçtan indirdiğiniz için de çok teşekkür ederim.” dedim ve verdiğim sözü tuttum. Bir daha o esnetilmiş telin altından sürünerek arsaya hiç geçmedim. O olay tek başıma inemeyeceğim ağaca çıkmama kararı almamı da sağlamıştı. Zorda kalınca arkadaşını bırakıp kendini kurtaranları da ilk o olayda görmüştüm. Hayatı böylece tanımaya başlamıştım. Bir daha o çocukların oyun önerilerine uymadım.
Geçmişi hatırladım, sizlerle paylaştım. O yıllarda korkuyu tanımamıştık, güven içindeydik. “Köpeği elleme, kediye dokunma, ağaçtan meyve yeme.” sözlerini duymazdık ama hiç de hasta olmazdık. Turp gibi sağlıklı çocuklardık. Buna rağmen “Elini yüzünü yıka, terli terli soğuk su içme. Arkadaşlarınla iyi geçin. Ablanın sözünü dinle. Kardeşlerine sahip çık. Büyüklerine karşılık verme, asi olma. Daima doğruyu söyle.” tembihleriyle büyüdük.
Şimdiki çocukların pek çoğu ne meyveyi dalından koparabiliyorlar, ne de evcil hayvanlarıyla büyüyebiliyorlar. Çeşit çeşit oyuncakları var. Maddi imkânları daha fazla belki ama bizler bez veya naylon bebeklerimizle daha mutluyduk.
Yunan filozof Epictetus’un dediği gibi “Bir insanın anavatanı çocukluğudur.” Ben de anavatanımı özledim galiba… Çocukluk günlerimizin güzelliği hayatımıza sinsin ve ömrümüzce sürsün!